Dinler | Konular | Kitaplar

İslâm dinlerden bir “din” midir?

Din denilince insanların aklına neden mucize, kehanet, sihir, tılsım, büyü, fal, cin vs. geliyor?

“Eski dünya dinleri”ni düşündüğümüzde akla bunların gelmesi doğal; fakat İslam için bu derece doğru?

Bazılarının “İslam da dinlerden bir din olduğu için buna mecbur ve mahkumdur” dediğini duyar gibiyim.

“Din dediğin esasında budur” iddiasını işitir gibiyim.

“Bunlarsız bir din nasıl olabilir ki” hayıflanması hiç de yabancı gelmiyor belki bir çoğumuza.

***

Oysa İslam’a, “eski dünya dinlerinin” sıradan bir devamı olarak değil; onları reforma uğratan, onların kimi formlarını kullanmakla birlikte aktıkları mecrayı esastan değiştiren ana insanlık yolu (hablun min’en-nâs) ve insanlığın vicdanı (basâiru li’n-naâs) olduğu gerçeğinden hareketle bakarsak durumun hiç de öyle olmadığını görürüz.

Bu nedenle ben, İslam’ın, Brahmanizm, Taoizm, Şamanizm, Maniheizm, Mecusilik, Yahudulik ve Hristıyanlık gibi “dünya dinler ligi” kategorisinde “dinlerden bir din” muamelesine tabi tutulmasına itiraz ediyorum.

Neden böyle düşündüğümü açıklayayım.

***

Kur’an nazil olduğu çağda “İsrail” , “abd” ve “din” vb. kavramlar kullanılmaktaydı.

İsrail “Tanrı ile yürüyen” demekti ve Yahudiler bunu kendilerine mahsus sayıyorlardı. Hz. Yakup’un lakabından hareketle yeryüzünde Tanrı ile yürüyenin yani O’nun ile beraber olanın, O’nun halkı olan kavmin kendileri olduğu kanaatinde idiler. Hatta bunu milli ve dini bir ideoloji haline getirmişlerdi.

Müslim (Müslüman) ve İslam kavramları esas itibariyle buna tepki olarak doğdu. Kur’an Yahudilerin “Tanrı ile yürüyen” kavim oldukları iddiasını reddetti. Allah ile beraber olmanın, ancak O’na tam bir teslimiyetle gerçekleşeceğini, bunun da iyilik, güzellik, doğruluk için çalışma (amel-i salih), saf bir yürek temizliği (ihlas), Allah bilinci ile yaşama (takva), doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüme (sırat-ı müstakim), doğru yola girme (hidayet), insanlığın ana yolundan (hablun-min’en-nas) ayrılmama, insanlık vicdanının (basairu li’n-nas) sesi soluğu olma ile mümkün olduğunu ısrarla vurguladı.

Yani Allah ile yürüme herkese açıktı. Tarihsel, kavmî, ırkî, ırsî ve genetik değil; evrensel, insanî, vicdanî, imanî ve etik davranışlarla ilgiliydi.

Kur’an, Allah’a böylece teslimiyet gösterenleri, kendini O’nun önünde arındırıp bu yolda yürüyenleri “muslim” olarak tarif etti. Hz. İbrahim’den beri onların bu isimle anıldığını söyledi. Nitekim Arapça’da aynı kökten istislâm sağa sola sapmadan yolun orta yerinden yürüyüp gitmek, sullem de yürüyen merdiven demektir. Bunların “İsrail” kavramının tekelleştirilerek saptırılmasına tepki ve tashih (düzeltme) amaçlı geliştiğini görüyoruz.

Keza, Kur’an’ın nazil olduğu çağda “abd” (kul/köle) kavramı da kullanılmaktaydı. Sasani ve Bizans imparotorları halklarına “kullarım” diye hitabetmekteydi. Zenginlerin, servet sahiplerinin yanlarında “kullandıkları” kulları ve köleleri vardı.

Kur’an abd kavramını, o günkü çağda kazandığı ıstılah (terim) anlamıyla değil; kendi yüklediği anlamla, daha çok da kök anlamıyla kullandığını görüyoruz. Bu, aynı zamanda kelimeye yüklenen sonraki anlama da tepki demek oluyor.

Bu durumda Kur’an’daki abd/ibadet kavramı meydana çıkaran, ortaya koyan, çalışan, üreten, yapan eden demektir. Efendiniz veya kralınız için tam bir teslimiyetle bir şey meydana getirir, ortaya koyar, çalışır, üretir, yapar ederseniz onun kulu ve kölesi olmuş olursunuz.

Kur’an işte bunun yönünü değiştirdi. “İyyake na’budu” (Ancak sana ibadet ederiz) diyerek , hür tür insana yönelik kulluk/kölelik ve tapınma ilişkilerini reddetti. İnsanlar arasında hüküm sürmekte olan efendi-kul ilişkisini geçersiz kıldı. Bunu Allah’a döndürdü ve bu yönüyle Allah-insan ilişkisi bir efendi-kul ilişkisi olmaktan çıktı. Yaratan-yaratılan, seven-sevilen, aşık-maşuk, yâr-yarân ilişkisine dönüştü. Çünkü efendi-kul ilişkisinde “özgür irade” yoktur. Mahkumiyet ve mecburiyet vardır. Oysa insan kendi gönüllü isteğiyle Allah’a bağlanır ve O’nun yolunda yürür. O’nu sever ve sayar. Yine kendi isteği ile de bundan dönebilir. Bu efendi-kul ilişkisi değildir.

Aynı şekilde “din” kavramı da Kur’an’ın indiği çağda kullanılmaktaydı. Din denilence hemen din adamları, kahinler, keşişler, hahamlar, tapınaklar, sihir, fal, büyü, tılsım vs. düşünülüyordu. İmparotorluk kahinleri ve tapınak rahipleri akla geliyordu. Kur’an bunlarla arasına mesafe koydu. Kendini gerçeğin ta kendisi olan din (dinu’l-hakk) diğerlerini de tüm sahte (batıl) dinler olarak tanımladı.

“Din” kelimesi ile aynı kökten gelen “dûne” Arapça’da dört yönü (ileri, geri, aşağı, yukarı) ifade eder. Bu durumda mana, insanoğlu için dört boyutlu ilişkiler ağının tümünü birden içine alacak şekilde genişler. Geriye doğru adet, töre, ileriye doğru yürünecek yol, yukarıya doğru itaat ve bağlılık, aşağıya doğru hüküm, kural, ceza, mükafat demek olur. Bunların hepsini birden topladığı (tedvin) için bir tek kelimeyle durumu din diye ifade ederiz.
Demek ki bu dört boyutlu anlamlar, değerler ve kurallar bütününe din, bunun bir zamanda ve mekanda ete kemiğe büründüğü yere medine, buna mensup olanlara medeni, burada ortaya çıkan tüm maddi ve manevi imar ve inşa faaliyetine de medeniyet diyoruz.

***
Yine Kur’an’da Muhammed (s.a.v)’in “ruhban”, “kahin”, “sihirbaz”, “mecnun” “şair” ve “muallem” olmadığının ısrarla vurgulanması da, onun yürüdüğü ve bizi de çağırdığı “yol”un dinlerden bir din olarak algılanamayacağını gösteriyor.

Evet, o bir tapınak rahibi veya din adamı (ahbâr/ruhbân) değil; gerçek hayatın içinden; halktan birisiydi. Yani ruhbân değil; ümmi idi…

Kahinlikle geçinen değil; her faniyi bekleyen gerçeğin ta kendisi (ölüm, afet, kıyamet) hakkında insanları uyanışa çağıran/uyarandı. Yani yaptığı kehânet değil; inzâr idi…

Olağandışı güç gösterileri (sultânun mubin) ile değil; söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) ile halkın karşısına çıkmaktaydı. Yani yaptığı mucize ve keramet değil; tebliğ idi…

Cinlerle konuşan, yıldızlardan fal bakan, medyumluk veya üfürükçülük yapan bir umut taciri ve din bezirganı değil; Allah’tan vahiy alan bir nebiydi. Yani yaptığı sihirbazlık değil; nübüvvet idi…

İnsanları kelimelerin büyüsü ve laf ebeliği ile hayal aleminde dolandıran bir şair değil; hayatın gerçek sorunlarını dile getiren resuldü. Yani yaptığı şairlik değil; risalet idi…

Beyni yıkanmış bir misyoner veya din ajanı (muallem) değil; en tabiî ve doğal haliyle fıtratın sesini dile getiren bir hanifti. Yani yaptığı kuru kuruya dinlerden bir dinin propagandası değil; insanlık fıtrat ve vicdanın dile gelişi idi…

Oysa “din” denilince eski dünya dinlerinin hepsinde bunlar akla gelirdi; ruhbanı, hahamı, hamanı, şamanı, brahmanı, kahini, sihirbazı, büyücüsü, mecnunu olmayan bir din düşünülemezdi.

“Allah’ın resülü” bunların hiç birisi değildi.

Mücizesiz, kehanetsiz, kerametsiz, sırsız, büyüsüz, tılsımsız bir din mümkün değildi. Din bunlar demekti. Onun için din “makul” olmak zorunda değildi. Esasında din insanoğlunun “absürd”e (saçma) inanma ihtiyacını gideren, hayatın rasyonalitesinden kaçarak mucizeye, keramete, kehanete, sırra, büyüye, tılsıma vb. sığınma ihtiyacını karşılayan ve insanları bu şekilde mutlu eden “fenomen”in adıydı. Hayat çok sıkıcı olduğundan böylesi sosyolojik bir ihtiyaç gerekliydi de. Nasıl olsa bunlardan medet umanlar hep olmaktaydı.

Şu halde, dinden, gerçek hayatın sorunlarına akılcı çözümler beklemek, sosyal hayatta yol gösterici olarak kabul etmek olur şey değildi. Sosyal hayat ve özellikle de devlet mücizeyle, kehanetle, sırla, büyüyle, tılsımla yönetilemezdi. “Laiklik” zaten bunun için doğmamış mıydı?

***
Bakın iş döndü dolaştı nereye geldi.

Dinlerini, akıl ermez sırlar dünyası, tılsımlar, büyüler, kehanetler, kerametler, mücizeler alanı olarak anlayanlar bir kez daha ve derinden derine düşünmelidirler. Yaptıkları yorum ve inanışlar kimlerin işine yarıyor iyi anlamladırlar. İslam’ı akıl ve vicdan, verili tarih, yaşayan hayat ve canlı tabiat dini olarak yorumlamak sekülarizmin etkisinde kalmak değil; tam tersi onun panzehiridir. Aksi halde İslam, tarihin gerisinde kalmaya, hayat ırmağının dışına atılmaya ve tabiat dışı fantastik bir dünya olarak algılanmaya devam edecek demektir. Oysa İslam’ın akıp geldiği esas mecra verili tarih, gerçek hayat ve canlı tabiattır. Tecelli (görkem ve azametin gösterilmesi) de, tekamül (ilerleme) de, tatavvur (gelişme, evrim) da buradadır.

İslam ruhaniyatı ve maneviyatı mucize, keramet, kehanet, fal, büyü, tılsım ve sır üzerine değil; Allah’a ve kıyamet gününe iman üzerine yükselir. Allah’ın sanki görüyormuşcasına bilincinde olmak ve ahirete sanki gidip gelmişcesine kesin bir şekilde (yakîn) inanmak bu dinin manevi temelidir. Hz. Peygamber bunu “ihsan” olarak tarif etmiştir. Maneviyat , kutsallık ve ruhaniyat aranıyorsa bu yeter de artar bile.

Bu dinden, verili tarih, yaşayan hayat ve canlı tabiatı çıkarınca, aklı ve vicdanı birlikte düşünmeyince, Kur’an’ı ölü metin haline getirince, ibadeti ayin haline sokunca, yaratıcı kader ve boyuna yeniden yaratılışı (halk-i cedid) mucize, kehanet, keramet, sır, büyü, tılsım haline sokunca “İslam”, dinlerden bir din haline geliyor, sıradanlaşıyor. Dinler tarihinde oynadığı rol ve insanlık tarihinde estirdiği muazzam rüzgar anlaşılmıyor.

Şimdi…

İslam’ın neden böylesi “dinlerden bir din” yerine konulamayacağı anlaşılıyor olmalı.

Çünkü din iki yüzü olan bir vakıadır.

Bir yüzüyle din, evet “halkların afyonu”dur.

Halkların afyonu olan dinde “Tanrı” kavramı insanı tabiata yabancılaştırır. “Kutsal Kitap” da gerçeği görmemize engel olan yapay ve sahte bir dil üretir. Her ikisinde de sahte olan (batıl) gerçeğin ta kendisini (hakk) örter.

Bir yüzüyle de din “halkların vicdanı”dır.

Halkların vicdanı olan din de “Allah” kavramı, insanın aklını ve vicdanını harekete geçirir, gözünü ve gönlünü açar. Gerçeğin ta kendisi ile yüzyüze getirir. Doğru ile yanlışı birbirinden ayırır. Gerçeğin ta kendisi (hakk) gelince sahte olan (batıl) yok olmaya mahkumdur.

İslam, kendini gerçeğin ta kendisi olan din (dinu’l-hakk) olarak tanıttığına göre, diğer bütün sahte (batıl) dinlerle aynı kategoride anılamaz. Bilakis onları reforma uğratmış, o tür dinlere olan ihtiyacı ortadan kaldırmış, akla ve vicdana dayanan hakiki din ile kehanete, sırra, büyüye, tılsıma dayanan sahte dinler arasına mesafe koymuştur. Onları tarihin gerisinde bırakarak insanlık tarihinde yepyeni bir sayfa açmıştır.

Şimdi esas mesele bu iki din arasındaki farkı görebilmektir. Bu nedenledir ki, kavramlar birbirine karışıp gittiği için, İslam’a “din” denmese bile yeridir. Çünkü bu din, o dinlerden birisi değildir.

Bilakis İslam -din yol anlamına da geldiğine göre- yukarıda açıklandığı şekliyle dört boyutlu, fıtrî ve doğal bir hayat “yolu” olarak tarif edilmeli ve anlaşılmalıdır.

Sonradan icat edilen dinlerden bir din, hele de bir tapınak ve rahip dini değil; gerçek hayat dini (dinu’l-qayyime) yani Allah’ın dini/ipi/yolu (hablun minallah) yani İnsanlığın dini/yolu/ipi (hablun minennas)…

Konular

TESLİS (ÜÇLÜ-BİRLİK) İNANCI HAKKINDA BİR SAVUNMA!
Hristiyanların Kuran'a bakışı ve değerlendirmesi bu yazıda!
Müslümanlara Sorumuz: Barnabas/Barnaba Yalanına daha ne kadar sarılacaksınız?
''Ama Siz Hristiyanlar biz Müslümanları birer caniymiş gibi gösteriyorsunuz....'' DİYENLERE!
Siz Hristiyanlar neden Pazar günü ibadet edersiniz?
Siz Hristiyanlar neden Pazar günü ibadet edersiniz?
Siz Hristiyanlar neden Pazar günü ibadet edersiniz?
Hey gidi Hey... Sizin İncilleriniz de Hz.Muhammed Paraklet olarak geçiyor haberiniz yok!
Bir şey soracağım Özgür; hani yazılarına 1-2 ay ara vermiştin? Bunları babam mı yazıyor?
İncilleriniz de ''Kadınlar sussun! Onlara Konuşmalarına izin yoktur'' demiyor mu Kafirler!
Hristiyanlar kadına nasıl bakarlar? Ve Hristiyan bir kadın Nasıl yaşar?
Teslisin neresini savunabilirsiniz ki? Bence tamamıyla büyük bir saçmalıktır!
İNCİL’DE KADININ YERİ VE ROLÜ NEDİR? Sadece susun ve konuşmayın mı der?
Vaftiz olmak nedir?
Bu sitede ki, vaftiz tartışmalarına son veriyorum!
Sizinkiler o daha küçücük ''günahsız'' çocukları vaftiz etmiyor mu? Ki ''günahlarından'' arınsın!
Hem bizim Peygamberimiz köleleri özgürleştirdi. Yani bizim dinimiz de, İslamda kölelik olmaz!
''Ama Siz Hristiyan, biz Müslümanları birer caniymiş gibi gösteriyorsunuz...'' DİYENLERE!!!
Diyalog İslam'ı Hristiyanlaştırmak için değil, Diğer Mezhepleri KATOLİKLEŞTİRMEK İÇİNDİR!
İncilleriniz de ''Kadınlar sussun! Onlara Konuşmalarına izin yoktur'' demiyor mu Kafirler!
Müslüman Kardeşler (İhvan'ı Müslimin) Şokta! Mısır'ın en ünlü Din Hocası, Hristiyan oldu!
Sayın Admin, mesajlarımın kasıtlı olarak yayınlanmaması adi Şerefsizliktir!!!
Bir Hristiyan nasıl ''Tövbe'' eder? Yada Hristiyanlıkta tövbe var mıdır? Ve nedir?
Bir Hristiyan nasıl ''Tövbe'' eder? Yada Hristiyanlıkta tövbe var mıdır? Ve nedir?
Abdest alır mısınız? Bahsettiğim Hakiki abdesttir!! Hristiyanlıkta Abdest Kavramı hakkında
Gerçekten de Hristiyanlara tuvaleti Müslümanlar mı öğretti? Yoksa birer yalandan mı ibaret!
Hristiyanlığa göre; Adem, Havva, Şeytan ve Elma! Kısaca bir özeti...
Gerçekten de Teslis ile Tevhid inancı hakkında bir bilgin var mı? O zaman tıkla ve öğren!
Kanlı Çağ!
Bak Özgür efendi, Matta ve Luka da İsa'nın soyu farklı anlatılıyor!Sen ise çelişki yok diyorsun!